2010 - Ağustos, Sayı: 294 |
Bir müʼmin için Hak dostları ve sâlihlerle beraber ve hemhâl olabilmek, tâlihlerin en büyüklerindendir. Hak dostlarını ve mâneviyat ehlini tanıyıp onların yakınlığına nâil olmak ve yine onların huzurlarında ve çevrelerinde bulunup onların hâl ve davranışlarındaki feyiz ve rûhâniyetten istifâde etmek, Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfudur, şükrü gerektiren müstesnâ bir nîmetidir. |
|
|
2010 - Temmuz, Sayı: 293 |
İnsan, muhabbet duyduğu varlığa râm olur. Onu her an gönlünün en mûtenâ yerinde taşır. Düşüncesi, hayâli, fikri ve zikri onunladır. Zâhiren ayrı olmak bile onun için fazla bir şey ifâde etmez. Zira rûhen dâimâ onunla beraber yaşar. Nitekim bu hakîkati beyan sadedinde; “Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” buyrulmuştur.
Meselâ çocuğuna aşırı muhabbet duyan bir kişi, her fırsatta çocuğundan bahsederek kendisini tatmin eder. Mesleğine çok düşkün biri de, işiyle alâkalı mevzûları konuşmaktan haz duyar. Sevdiği şeyleri andıkça, onlara olan muhabbet ve düşkünlüğü daha da artar.
Mü’minin gönlü de kâmil bir îman muhabbetiyle dolduğunda Rabbinin ismi onda dâimî bir zikir hâline gelir. Zikir, onun için âdeta bir âb-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz. Onun nazarında zikir; yemek, içmek ve teneffüs etmek kadar vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. |
|
|
2010 - Haziran, Sayı: 292 |
Hak dostlarından Üftâde Hazretleri, birgün müridleriyle bir kır sohbetine çıkar. Emri üzerine bütün dervişler, kırın rengârenk çiçeklerle bezenmiş yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirirler. Ancak Aziz Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardır yalnızca...
Diğer müridlerin neşeyle elindekileri takdîminden sonra, Aziz Mahmud Efendi, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği üstâdına takdîm eder.
Üftâde Hazretleri, diğer müridlerini de irşad maksadıyla, onların meraklı bakışları arasında, sanki işin sır ve hikmetinden bî-habermiş gibi sorar:
“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdiği hâlde, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”
Kadı Mahmud edeple başını önüne eğerek cevap verir:
“–Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Lâkin hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu «Allah, Allah!» diyerek Rabbini zikreder bir hâlde buldum. Gönlüm onların zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki, zikrine devam edemeyen, şu solgun çiçeği getirmek zorunda kaldım…” |
|
|
2010 - Mayis, Sayı: 291 |
Bundan önceki yazımızda, gerçek bir mü’min için, istîdat ve tâkati ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarıyla vasıflanmanın ehemmiyetini belirtmiş ve o sıfatlardan bâzılarına dâir îzahlarda bulunmuştuk. Bu yazımızda da, diğer bâzı cemâlî sıfatlardan bahisle mevzûmuza devam edeceğiz:
el-VEDÛD…
Rabbimizin el-Vedûd ism-i şerîfi, “çok seven” ve “çok sevilen” mânâlarına gelmektedir. Cenâb-ı Hak, kâinâtı muhabbet sebebiyle yaratmıştır. Eğer kâinatta bu ilâhî sıfatın tecellîlerinden bir nasip olmasaydı, kimse kimseyi sevemez; hiçbir anne, yavrusuna bakamazdı. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin bir eseri olarak mahlûkâtını muhabbet bağıyla birbirine kenetlemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Cenâb-ı Hak rahmetinin yüzde birini yeryüzüne indirmiştir. Bir ana atın süt emzirirken yavrusuna eziyet vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik ilâhî rahmettendir.1
Dolayısıyla yaratılmış varlıklardaki bütün rahmet esintilerinin mutlak menbaı, Cenâb-ı Hak’tır. Bu gözle baktığımızda kâinatta ilâhî muhabbetin eseri olan sayısız tecellîlerle karşılaşırız. Görünüşleriyle tüyler ürperten yılanların, yavrularını müşfik bakışlarıyla büyütmesi; akreplerin, yavrularını sırtlarında taşıması; en vahşî hayvanların bile yerine göre engin bir muhabbet kucağı hâline gelebilmesi, muhakkak ki, yüce Yaratıcımız’ın “el-Vedûd” sıfatından bir tecellîdir. |
|
|
2010 - Nisan, Sayı: 290, |
Kâinat, ilâhî hakîkatlerin tahsil edildiği bir dershâne; imtihan olunmak üzere dünyaya gönderilmiş olan cinler ve insanlar da, bu dershânenin talebeleri mesâbesindedir. Bu dershânedeki mânevî tahsil, son nefese kadar devam edecek, neticede insanoğlu, müsbet veya menfî amelleriyle toprağın sînesindeki yerini alacaktır.
Rabbimiz, bu dünyaya geliş ve buradan da ukbâya geçişin sır ve hikmetini lâyıkıyla idrâk edip hayatımızı ona göre tanzim edebilmemiz için, pek çok ilâhî beyanla bizleri irşâd etmektedir. Nitekim O’nun Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”1dur. Bu âyetle murâd edilen en geniş mânâ ise;
Mü’minin, öncelikle Kur’ân’ı, kâinâtı, hâdisâtı ve bizzat kendi yaratılışını tefekkür edip bu ilâhî kudret akışları karşısında duygu ve fikir derinliğine varabilmesi, ardından da bütün bunların, zâhirî sebeplerle perdelenmiş esmâ-i ilâhiyye terkiplerinden ibâret olduğu idrâkine erebilmesidir. Son olarak da, hayatını bu hakîkatler ışığında şekillendirebilmesidir. Böylece gönlünü Hakk’ın cemâlî esmâsının müstesnâ bir tecellîgâhı kılabilme gayretiyle, yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olarak, İslâm’ın nezâket, zarâfet ve güler yüzünü davranışlarında sergileyebilmesidir. |
|
|
2010 - Mart, Sayı: 289, |
Sahâbeden Hakîm bin Hizâm t, Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsı idi. Cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, hayatlarını kurtarır ve himâye ederdi. Müslüman olduktan sonra bir gün Rasûlullah r’e:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz r şöyle buyurdu:
“–Sen zâten, daha önceden yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” (Buhârî, Zekât 24, Büyû 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, Îmân, 194-196)
Demek oluyor ki güzel ahlâk, Hak katında, îman şerefine nâiliyetin bir bedeli sayılabilecek kadar muazzam bir kıymeti hâizdir. Bizler meccânen, yani bir bedel ödemediğimiz hâlde, lûtfen ve keremen İslâm nîmetiyle şereflendik. Bu yüzden îmânımızın bedelini ödemek için, Rabbimizin bu sonsuz lûtfuna şükrâne olarak, İslâm ahlâkını şahsiyetimizde en zarif bir şekilde temsil etmek durumundayız. |
|
|
2010 - Subat, Sayı: 288 |
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, bir mü’minin sahip olması gereken kalbî derinlik ve inceliği bir hikâye ile şöyle îzah eder:
“Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttu. Gök, yere öyle cimri oldu ki, bir damla bile yağdırmadı. Ekinler, dudaklarını bile ıslatamadı. Ne kadar pınar varsa kurudu. Yoksulların gözyaşlarından başka hiç su kalmadı.
Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahibi, hem de cüsseli bir insandı. Hâlini görünce şaştım; ona sordum:
«–Ey güzel huylu dostum; ne oldu, nasıl bir felâkete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebini anlat bana!..» dedim.
Dostum benim bu sözlerime üzüldü, hayret içinde şöyle dedi:
«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göğe, âh edenlerin feryâdı çıkıyor!» |
|
|
Yıl: 2010 - Ay: Ocak - Sayı: 287 |
İslâm’ın hikmet ve hakikatlerinden mahrum bir insan, dünya hayatının imtihan hâdiseleri içinde, sürekli değişen şartlar sebebiyle, rûhâniyet ve nefsâniyet arasında bocalar durur. Bu hâliyle o tıpkı;
Karanlık, fırtınalı ve girdaplı bir okyanustaki dümeni kırık bir gemi gibidir. Rûhunun muhtaç olduğu mânevî rotayı kaybetmiş olduğundan, nefsin hangi girdabında helâk olacağı, meçhuller arasındadır.
Hayat yolculuğunun girift koridorlarında dolaşan insanın, kulluk haysiyet ve şerefini kaybetmemesi, ebedî saâdetini mahvetmemesi ve diğer taraftan da İslâm’ın incelik ve zarâfetini idrâk edebilmesi için tâkip etmesi gereken yolu, sırf âciz aklıyla keşfedebilmesi mümkün değildir. Bu ebediyet yolculuğunda ilâhî irşad kânunlarının hükümranlığına ve rehberliğine şiddetle ihtiyaç vardır.
Bütün yaratıklar, hayatlarını sürdürebilmek için beslenmeye mecburdurlar. Bunun gibi insan da hayatta, madde ve mânâ dengesi içinde, doğru bir yol tutabilmek için, aklını selîm hâle getirmeye, kalbini Kur’ân ve Sünnet’in nûru ile beslemeye, velhâsıl ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur. |
|
|
Yıl: 2009 - Ay: Aralık - Sayı: 286 |
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri “Oku!”dur. Kâinattaki her varlık ve her hâdise, ârif gönüller için okunup anlaşılması gereken bir hikmet dersidir. Kullukta asıl mesele de “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsi muktezâsınca, bu okuma istîdâdını kazanabilmektir. Esas tahsil budur. Yani her şeyde ilâhî hikmetleri okuyabilme meziyetini elde edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat da gönül gözüyle okunmak için beşeriyete takdîm edilmiş ilâhî bir beyan mûcizesidir. Onun her zerresi, hikmet ve hakîkatlerin bir nevî zarfı hükmündedir. Kâmil ve ârif bir mü’minin vazîfesi, bu zarfları açarak mazrûfu, yani içindeki ilâhî mesajları, sır ve hikmetleri okuyup lâyıkıyla idrâk edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyet-i kerîme de bizleri, bu zarfların içindeki hikmet derslerini okumaya davet hâlindedir. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz göklerde ve yerde mü’minler için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allâh’ın muhtelif canlıları yeryüzüne yaymasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve yeri ölümünden sonra onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.” (el-Câsiye, 3-5) |
|
|
Yıl: 2009 - Ay: Kasım - Sayı: 285 |
KALPLER HANTALLAŞMASIN!..
Bazı kimseler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne gelerek:
“–Yâ Şeyh! Gönlümüz gaflet uykusundadır; öyle ki, artık hiçbir sözün tesiri olmuyor. Ne olur, bizi uyandırmak için siz bir nasihatte bulunsanız…” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:
“–Keşke sizin gönlünüz uyuyor olsaydı... Çünkü uyuyan kişi tez uyanır. Fakat sizin gönlünüzün ölmüş olmasından korkarım! Zira ne zamandır uyandırmak isterim de hiç yerinden kımıldamaz!”
Bu ifâdeler karşısında dehşete kapılan o şahıslar:
“–Yâ Şeyh! Bu hükmünüzle bizi korkutuyorsunuz.” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:
“–Eğer bugün korkarsanız, yarın kıyâmet günü emîn olursunuz. Vay o kişinin hâline ki, bugün burada korkulması îcâb eden (emir ve yasaklar)dan korkmaz!..” (Tezkiretü’l-Evliyâ) |
|
|